30.8.11

As time goes by!


- play again Sam! for old times’ sake. play it once ‘As Time Goes By’

   Zaman geçtikçe, eski günlerin hatırına; diye başlayan cümleleri ne kadar çok duyarız dimi. Eski anların değeri hep yıllar sonra anlaşılmak zorundadır. Birinin girerken diğerinin çıkmak zorunda olduğu o kadar saçma bir dünya ki, içinde bulunduğumuz her an kendini bu konuda ispatlıyor.
    Kiminin silahla, kiminin sözle, kiminin ise müzikle yaptığı direnişlere tanık oluruz. Her direnişin, savaşın arkasında hep bir kadın, bir erkek ve önünde iki tercih vardır. Duygular- düşünceler; kendi- etrafındakiler; olan- olması gereken. Sonunda bir tercih yapılır tabi ki. Ama hep bir piyano tınısı hatırlatır seçimindeki hatayı. ‘zaman geçtikçe’ hala eski hikaye, aşkın savaş ortasındaki hali; gelecek ne getirirse getirsin eski zamanların hatırına aynı duygulara tekrardan playagain.


                                                                                         'Casablanca'

     Şehirlere anlamlar yükleriz. Basit bir yüz ölçümü, jeopolitik konumu değildir şehirleri önemli kılan. Paris, aşık olduğun için; Casablanca, geçmişinle buluştuğun için özeldir. Tıpkı bendeki; doğduğum için İstanbul’un, hayal ettiğim için de Barcelona’nın özel olması gibi. Mekan, zaman ve kişi kadar önemlidir. Onlar olmadan da sadece enlem-boylam arasında  sıkışmış km² den başkası değil.

          ‘bunu unutmamalısın
           bir öpücük, hala bir öpücüktür,
           bir iç çekiş, hala bir iç çekiştir,
           ….
           kadının erkeğe
           her erkeğin de kadına ihtiyacı vardır’
           http://fizy.com/#s/17ab3g

     E.

27.8.11

Başka bir aşk..

      Susmak çoğu kez konuşmaktan daha çok şey anlatır. Hani bi an göz göze gelirsin ve o an anlatırsın her şeyi. Tek bir bakış, sözlerden daha çok kendini tanıtır. Daha saf, daha dolaysızdır.
    Seslendiğinde dönüp bakmaması, hiçbir zaman ona şarkı söyleyemeyecek, dans pistinde birlikte ritme kapılamayacak olman, müziği hissedememek.. Kulağa yaşanması çok güç bir durum gibi geliyor, ki öyle. Ama işte o bakıştaki anlam, kurulan bağ var ya an gelir her şeyi siler süpürür. Sesin işaret dilinde hayat bulur, gülüşün onun için en güzel enstrüman görevini üstlenir.
     Gün içinde o kadar çok gereksiz konuşmayı dinlemek sorunda kalıyoruz ki. Hep geri planda türlü türlü sesler. Saçma, gerekli bi sürü bilgilerin aktığı ses dalgaları; gün sonunda başına saplanan ağrının en büyük nedeni. İşte tam o an; sakin koy’un, seni rahatlatan sukunet, sessiz dünyasıyla seni bekleyen sevgili yanı oluyor. Aşkın engel tanımaz hali seni her akşam evinde bekliyor. Kimi zaman tökezlese de kendisini umutsuz hissedip pes etse de yol ortasında; sonunda aşkın dilinin her yerde olduğu gibi olmasının gerekli olmadığını görüyor ve kendi dilleriyle konuşmaya başlıyor. Başkasının bunu anlaması değildir önemli olan; esas durum hiç konuşmadan anlaşmanın verdiği tarif edilemez his. Kimsenin anlamadığı ama senin bildiğin.
      Başka dilde aşk, içinde bir yere bir şeylerin saplandığını hissedeceğin türde bir hikaye. Zeynep ve Onur. İki farklı dünya, iki farklı dil, ortak bir aşk.

                                                                                'Başka Dilde Aşk'


     İlk defa sinemada izlediğimde, tam kalbimin ortasında bir yumru, çıkmayı bile beceremeyen bir hıçkırık ve gözümden akan bir damlar yaş vardı bende. Salondan çıktığımda, kulağımda hep Mor ve Ötesi’nin ‘ayıp olmaz mı’sı, dilim de ise filmi benimle izleyen arkadaşıma anlattığım filmin an be an diyalogları benimle birlikte eve giden yoldaydı. Mert Fırat’ın harika ötesi performansı, konuşmadan bütün duygusuyla içindeydi filmin. Hep hayran olmuşumdur zaten işitme engellilerin hiç bir şeyi dolandırmadan anlatabilme durumuna. Demek ki edebiyat yapma dedikleri sadece sözlerle oluyor. İşin içine sözler girdiğinde dolanmadan gidemiyorsun varacağın noktaya.
   Hımm.. o zaman aynı dili konuşan insanların dışarıda kurdukları ilişkilere baktığımızda, sorarım; peki  konuşmadan anlaşabilir miyiz?
- Daha sade, daha saf, daha yalın olduğu için; cevabım kesinlikle evet..


   E.

25.8.11

Mürekkep lekesi başkadır..


   Eskidenmiş postacı beklemek. Birinden bir haber, bir cevap almak için beklemek günlerce. Gelen, gelmeyen, kaybolan zarflar içinde yazan o satırlar. Şimdilerde  bir ‘delete’ tuşunda sonunun geldiğini düşündüğümüzde, o zamanlar onu ortadan kaldırmak bile zahmetliymiş doğrusu.
    Kendini yazıya yansıtmak hem zor hem de kolaydır. Zordur, yüzleşmek ne zaman kolay olmuştur ki; kolaydır, bir türlü ağızdan çıkamayan, düğümlenen o bütün laflar kalemden daha rahat yol bulur kendine.
    Ucundan kıyısından da olsa mektupların gelip gittiği o zamanların şahidi oldum. Küçüktüm tabi, ne bana yazıldı ne de ben yazdım uzaktakine. İşte hep bundan, teknolojiyi sevsem mi sevmesem mi bilemiyorum kendimi bildim bileli. Anti-yenici olarak mail kutumun okunmamışlarla dolu olmasındansa, odamdaki çekmecenin okunmuş mektuplarla dolup taşmasını tercih ederdim. Tabi ki; yıl 2011 ve bu imkansız.
     Birine adresini sorduğunuzda @ görmek yerine, sokak ismini duymayalı kaç yıl oldu hiç düşündünüz mü? Times new roman karakteriyle değil de yazıyı el yazısıyla okumak her zaman farklı hissettirir. Fazla okunan mektupların katlı yerlerinden yırtılacak duruma gelmesi; zamanla sararması; yazıların okunulmayacak derecede silinmesi; sadece bana mı özel ve farklı geliyor. Kendi kendime ‘acaba ben mi geri kafalıyım ya da herkes mi çok modern?’ sormadan edemiyorum.
     Bir insan sevdiğine her gün bir kağıt dolusu bir şeyler anlatabiliyorsa; yılmadan, cevap almadan her gün o mektubu postaya veriyorsa; gerçektir her şey. 365 gün 365 mektup. Noah’dan Allie’ye; Seabrook’tan New York’a gidiyorsa o el yazısı, o duygu, yalan olan yoktur ortada. Eninde sonunda doğru adresi bulur, cevap alınır. Er ya da geç, gerçek sahibinin elinde yıpranmaya başlar, saklanır, tekrar tekrar okunur. Tekrardan aynı hissetmek için..
     The Notebook; tekrardan izlendi, tekrardan aynı hissedildi.

                                                                          'The Notebook'

     E.

20.8.11

Esas hikaye..


   Korku; yüzleşme korkusu. Eski bir anla, gerçekle, geçmişte kalan bir sevgiliyle, kendinle.. Korkuların en ürkütücüsü, en zoru, en aşılması güç olanı. En cesuruna bile bir şekilde dokunmuş, kendini tanıtmış olması yeterli değil mi onu ‘en’ yapmak için?
   Şans; bazen herkeste olan bazen de kimsede olmayan. Kovalanan, kaçırılan. Kumarda, aşkta, işte, caddeden karşıya geçerken, bir insanla tanıştığında.. her nefes alışında yüzleştiğin yenilmez güç. Gücün, hırsın, paranın, insanların bir şekilde yenildiğine tanık olmuşsunuzdur. Şans bunlardan biri değil. Şansı yenemezsin, boyun eğmekten başka elden ne gelir?
    Ölüm; kalan anılar, kalan hesaplar, pişmanlıklar, bir kağıda karalanmış duygular.. Aniden gelen, kimi zaman planlanan kimi zaman beklenen. Boşluk, yokluk, hissizlik. Kulakta kalan bir ses, gözde beliren bir gülüş. Engellenemez, unutulamaz ama alışılır.
    Bekleyiş; dakika, saat, gün, ay, yıl. Cafede, durakta, evde, telefonda, düşüncede, sözde. Yerin ve zamanın önemli olmadığı tek durum. Birini, bir şeyi, bir anı beklemek arasındaki fark nedir ki? Kimi zaman sıkıcı kimi zaman heyecanlı. Uzaklara bakıp odaklanma meselesi. Uzun uzun uzaklara dalış yaptığında kaybettiğin her şey, bekleyişin faturası. Faturanın kesimi sana öğretir ki; o kadar çok uzaktasın ki, göz önündeki şeyler hep kaybettiklerin.
    Blueberry Pie; kimsenin istemediği, özel, gün sonunu ilk haliyle karşılayan bir gece rüyası. İstenilmeyen tat olmasındaki cazibe için de, kimse tarafından seçilmiyor diye de turta suçlanmaz değil mi? Bazen farkına varmak gerek, turtaya aşkın belki de bundandır.  


                                                           'My Blueberry Nigths'

     Elizabeth'e göre bir porsiyon Blueberry Pie ile dondurma vazgeçilen şeylerin ardından verilen en güzel hediye. Bana göre mi, elmalı turta işe yarar gibi görünüyor. Ya sizin ki?

     E.


14.8.11

Bu sefer Londra!

     Daha önce Manhattan, Barcelona ve yakında Paris.
    W.Allen tarzı, oyunculardan öte şehir hikayesi. Kimine göre gereksiz, kimine göre farklı, kimine göre ise olağanüstü yetenek. Ya öyle ya böyle demek imkansız onun için. Ya seversin ya sevmez, ya izlersin ya izlemez. Ama eh işte demek zordur. Yani tam olarak açıklaması zor olsa da filmleri hem bu kadar net hem de karmaşıktır.
     Woody Allen, farklı bir yönetmen, garip bir insan ve kesinlikle süper bir oyuncu. Hayatının renkli kısmını filmlerine aktarmadaki başarısının yanında rolüne kattığı renklerde bi o kadar farklı ve güzel.
     Scoop’ta karşımıza sihirbaz Sid Waterman olarak Londra’da çıkıyor. O kadar hızlı ve takılarak konuşuyor ki  -biraz tezat oldu ama durumu ilginç kılan o zaten- ister istemez fazlasıyla sempati duyuyorsunuz.O gözlüklerle, yaşadığı karakterle sanki çocukluğumdan, adeta Walt Disney’den fırlamış gibi. Hem gerçek hem fantastik.
   Bu filmlerde net bir duyguyu yaşadım demek mümkün değil. Sanki bir duyguya yoğunlaşmamıza izin vermiyor gibi. Scoop’ta hem güldüm, hem gerildim, hem üzüldüm. Ama bu duygu akışı o kadar hızlı oldu ki filmin türünü kesin bi adla adlandıramıyorum. Karmaşık, aynı günlük yaşam gibi.
    Bana göre, W. Allen herkesten farklı, apayrı bir kişilik. Vicky Cristina Barcelona, ilk izlediğim filmi olmasına rağmen. Barcelona’nın göz alıcı güzelliği dışında film çekmemişti beni.- W.Allen hayranları bu duruma şaşırabilir- Ama buna rağmen, bende W. Allen hayranlığı oluştu bir anda. Benim için ilkti, bi filmden hoşlanmadığım halde yönetmenin diğer filmlerini araştırmak ve izlemek istemek. Garip bir durum, tıpkı W. Allen filmlerinde olduğu gibi.
     Filmlerinin yanı sıra o meşhur sözleriyle de felsefik sözlerin bulunduğu bütün internet sitelerinde, twitterda, facebookta karşımıza çıkmayı başarıyor. Ki şimdi de ben burada bi kaç alıntı yapmadan geçmeyeceğim.
     “hayattaki tek pişmanlığım başka biri olmamam.”
     “zaten kötülük değdin aşırıya kaçmış iyilik değil de nedir?”
     “bir adam çok güzel bir şakı söylerse mest olursun. hiç aralıksız söylerse başına ağrılar girer.”
     “bütün cevaplarına karşı sorularım var.”

                                                                                                'Scoop'

     Bu arada, Midnight in Paris’i de izlemek için sabırsızlanıyorum. Hikaye bağlamaz belki beni kendine, ama Paris’i izlemekten ne çıkar? Hep derim, bazen önde duran şeyden sıkılırsan, fondaki bir yüze bakmak seni her zaman rahatlatır. 

                                                                      
             E.

10.8.11

Köstebek kokusu alıyorum..


    Kimse yalan söylediğini itiraf etmez. Hep farklı bir karaktere, farklı bir duyguya bürünür ama buna hiçbir zaman yalancılık adını vermez. Herkes ruhunda bir köstebek saklar. İçini kemiren ama dışa hiç bir şey belli etmeyen. Kendi kendine duyduğun şüphe. İçindeki köstebekle verdiğin sonu gelmez savaş.
   Yalan söylemek için; ulvi bir görev, minnet duyduğun bir kişi ya da sadece teraziyi dengede tutmaya çalışmak yeterli bir bahane olabilir mi? Kırılan kalp, sarsılan güven, kimlik kaybı. Bütün bunlara değer mi?
    Köstebekler görmez ve hep toprak altında yaşar. Ama yüzeye çıktıklarında etrafında koca bir toprak yığını olur. Yuvalarının kargaşası önemli değildir artık Çünkü, her şey bitmiştir, oyunlar sona ermiş hedef ortadadır.
    Bazen o meşhur dengeyi kurmak için türlü yollar deneriz. Köstebeklerin yuvalarından daha karmaşık ilişkiler içinde buluruz kendimizi. Bu yoların en meşhurunun ise saklanmak değil hedef şaşırtmak olduğunu da iyi biliriz. -Eğer olduğun kişi olmak istemiyorsan, başkalarını kendi benzerin yap. Yani işlem bu kadar basit.

  Köstebeklerden bu kadar bahsetmişken The Departed’ı izlemeden geçmek olmaz. Bakın bakalım bi, köstebeklerin sonu nasıl oluyormuş. Siz de bilirsiniz ki bazen sonumuzla yüzleşmek en etkili ilaçtır.
                                         
                           
              

              E.

9.8.11

'Keşke' bir gün biter mi?

       Yıl 1958, New York.
     Sonunda buldum. Keşkelerimin başlangıç noktası, 18.yy İngiltere’si mi, Manhattan 1950ler mi buldum. Keşke bi 50 yıl kadar önce New York’ta doğsaydım, keşke şuan sadece bakmakla yetindiğim, belki düğün arabam olur dediğim, resmini hep göz önünde tuttuğum Chevrolet’ime kendi yılında sahip olabilme şansım olsaydı, keşke şuan vintage olarak nitelendirdiğimiz kıyafetleri, jean t-shirt gibi her an giyebilseydim.
   Mesela benimde bir Tiffany’m olsaydı başıma burada hiç bir şey gelmez diyebileceğim, anahtarımı kaybettiğimde ziline basabileceğim bir komşum, bana krakerden çıkan yüzüğü bile en pahalı mücevher olarak görmemi sağlayacak bir Paul’m, her zaman her yerde kurtarıcım olan Chanel imzalı bir siyah elbisem olsaydı; keşkelerim biter miydi acaba?
     Burada bir parantez açıyorum - aslında benim imzasız da olsa bir siyah elbisem var, söz verip dirseğimi öperim ki٭ sadece bir günlüğüne İstanbul’da bile olsa, geçmişte olacağım; hem de tam olarak 1958’de.- 
     Eh tabi ki müzikleri es geçmemek gerek. Bunun için de filmden Hepburn’un gitarıyla çaldığı efsane şarkıyı bi dinleyin derim. Ne de olsa müzik anlatılmaz, sadece hissedilir.
    http://fizy.com/#s/17ktcl

      Soruma tekrar dönecek olursam tek söyleyebileceğim. Ütopik bir zirve noktası diye bir şey varsa o da kesinlikle 'keşkelerimizin biteceğine inanmaktır.' En azından nefes aldığımız kadar.


' Breakfast at Tiffany's '

* "söz verip dirseğimi öperim ki" Holly Golightly'den alıntıdır.

E.





6.8.11

Mutluluk, zor olmasa gerek..

    İnsanoğlunun mutluluk kaynağını arama, istatistiğe vurma çabasından ve medyanın her kolunda bu çabayla karşılaşmaktan bıkmıştım ki kendi mutluluk kaynaklarım imdadıma yetişti.
    Hiç anlamıyorum; birileri dünya üzerinde tek tip insan var dese herhalde toplu, gürültülü bir kahkaha duyarız. Ama o birileri insanların mutlu olmasına sebep olan şey diye tek tipe indirgediğinde onu uzman bilirkişi olarak televizyonda izlemek zorunda kalıyoruz. Yapılan araştırmalara göre; kadınlar için mutluluk kaynağı ayakkabı almaktır, giyerken pek mutlu olduklarını düşünmüyorum ne yazık ki; elma kokusu insanı mutlu edermiş, yemeseniz bile bi koklayın, doğrusu ben elmanın kokusunu bile hatırlamıyorum ama öyleymiş deneyin yüzde yüz çalışır diyorlar; bir tabak makarnanın bizi bütün sıkıntılarımızdan kurtaracağına inanacakmışız, sakın daha sonra alacağınız kiloları dert etmeyin an için mutluluktur bizim için önemli olan; bu yaz aylarında en çok tüketilen besinin dondurma olduğunu biliyoruz, peki az yenirse mutluluğu çoğaltacağını duydunuz mu? Öyle diyorlar doğru mudur bilmem. Diyorum ya insanların en çok aradığı şey mutluluk, ama inanın kaynak üretmeye çalışan kişi sayısı uygulayan kişi sayısından kat be kat daha fazla.
    Bana kalırsa bazen insanları rahat bırakmak, hayatlarının her anında bir müdahaleye maruz kalan bu insanları mutluluk arayışlarında olsun azat etmek en iyi çözüm. Kıyafetleriyle bile pişti olmaktan korkan bu toplumu neden bir şekilde aynı kaynaktan bağlamaya zorluyoruz ki?
    Çok uzattım galiba, bu kadar insanların farklı olması gerektiğini söyledikten sonra kendi kaynaklarımı ifşa ettiğimde bir hayal kırıklığı hissedebilirsiniz. Eğer anormal bir şeyler bekliyorsanız çok fena yanılttım sizi. Çok bilindik, çok basit. Kahve ve çikolata.
    Eğer duble mutluluk istiyorsam, alın size spesifik bir durum; Chocolat izlerken kahve içip çikolata yemek. Herkeste aynı etkiyi yaratır mı bilemem ama diyebilirim ki birkaç arkadaş üstünde denendi, onaylandı.
    Ortadaki ironi ise filmde Vianne’nin de insanların mutluluk kaynaklarını bulmasında yardımcı olan bir kadın olması. Attığım nutukların ardından ilaç gibi geldi doğrusu.  Filmde mutsuzluklar kasabasına bir anne kızın gelmesiyle tebessüm geliyor, izlerken filmin ortalarına doğru katılan Roux( johnny depp ) sizinde suratınızda bir tebessümün oluşmasına neden olabilir. Vianne’nin de benim gibi düşündüğünü, insanları mutlu eden çikolatanın bile çeşit çeşit olduğunu bilmesini söylemeden geçemeyeceğim. Bu çeşitliliği insanların suratına bakıp bulması da onu o bildiğimiz uzmanların üstüne, mutluluk kaynağının tahtına oturtuyor.
    Eğer olur da izlemeye karar verirseniz elinizin altında en sevdiğinizden bir çikolata bulundurun muhakkak. Çünkü, Vianne çikolataları yaparken, kokuları size kadar gelecek ve inanın ki onlara karşı koymak mümkün değil.
                 
     
 E.

4.8.11

Bir tutam hayal...

    Yemek yapmak müzik gibidir. Bir tutam ondan bir tutam bundan derken bir bakarsın ki bambaşka besteler türeyivermiş mutfak tezgahından.
    Sıkılınca, sinirlenince, mutlu olunca yemek yapmak en öncelikli hobimdir. Komik olan; acıkınca yemek yapma zevkimin birden kaçıvermesi. Bana göre yemek yapmak onu yemekten çok başkaları için hazırlayınca tatlı gelir. Daha bir özenle yapılan her şey gibi, vitrinleme duygusu bizi ele geçirir. Tariflere yeni bir şeyler eklemek, yemeğe imzanı atmak; işte o an hissedilen duygu harikadır. Kesinlikle tavsiyedir, en yakın zamanda deneyin. Aklınızda bulunsun herkes yemek yapabilir, altı üstü ağlamak, gülmek gibi bir şey sadece. Bu kadar yaşamsal bir olayda yetenek aramak saçma olur sanırım.
     Mutfak aşkımı depreştiren filme gelirsem eğer; Ratatouille’nin ta kendisi. Fransa’da bir mutfak! İnsanın fare olası geliyor doğrusu. Her şeyi bırakıp gitmek, tek derdinin ateş üstündeki tava olmasını istemek, yağın çıkardığı o cızırtıda kimsenin duymadığı çıldırma nöbetlerinden birkaç tanesini geçirmek. Kulağa hayalden de öte, çılgınca geliyor tabi. Yalnız, gerçeğinde biraz çılgınlık olduğunu düşünürsek belki bir şansımız olur. Sonuçta biz Ratatouille değiliz, rahatlıkla kullanabileceğimiz aklımız, hislerimiz ve ellerimiz var. Bazı şeyleri değiştirmek, gerçekleştirmek için bunlar yetmez mi?



   E.

1.8.11

Bazen çuvaldızı hissetmek iyidir..

     İki farklı kutup, birbirini anlamaya çalışan ama bir türlü beceremeyen. Kadın ve erkek, birbirinden bir o kadar farklı, bir o kadar birbirini tamamlayan.
     Kadınlar kendilerini bildi bileli erkekleri anlama, yorumlama, sonrasında üzülme, umutlanma yollarında istikrarlı bir şekilde ilerler. Çocuk, genç, yaşlı fark etmez. Onlara göre yollarını kesiştiren işaretler hep orda köşede bir yerde. İhtimaller zinciri, felaket senaryoları, arkadaş sohbetleri. Aslında tam olarak bu üçgende şekillenen kadınların aşk hayatları için komplo teorileri diye bahsetmek çok insafsızca değil mi? – Aradan iki gün geçti aramadı, ben arasam mı? Acaba numaramı mı kaybetti? Ya da kaza geçirmiş, hastalanmış falan olabilir mi? Belki de bütün suç telefon şebekesinde ondan attığı mesaj bana ulaşmadı, gibi süregelen bir komplo teorisi hiç gördünüz mü? Bu daha çok kadınların karmaşık gibi görünen hayatlarının aslında bir telefonla çözüleceğinin kanıtıdır.
    En tehlikelisi ise kadınların bir senaryo yazarı gibi davranması değil, işaretleri yanlış yorumlayıp arkadaş desteği ile tamamen başka dünyaya transfer olmasıdır. - Saçını mı çekti, kızım kesin senden hoşlanıyor ondan sana kötü davranıyor böyle, sana çıkma teklifinde bulunmuyor çünkü senin başarın onu korkutmuş durumda, inan bana ciddi bir ilişkiden yeni çıktığı için böyle davranıyor, inan bana hiç ciddi bir ilişki yaşamadığı için böyle. Gördüğünüz gibi asıl korkulacak durum, bütün sorunların başlangıcı; erkekler her ahmakça davrandıklarında bizden hoşlandıkları anlamına geldiğine programlanmış olmamız. Burada suçlu aramak ne kadar akıllıca bilmiyorum ama suçsuz aramanın delilik olduğuna eminim.
    İsterdim ki şu an burada erkeklerin kadınların hakkındaki düşüncelerini, sohbetlerini, hislerini de yazayım. Fakat ne yazık ki onları anlamak gibi bir lütufa eremedim henüz. Eren biri varsa en içten saygılarımı iletiyorum. Kim bilir belki biri bir gün, He’s Just Not That İnto You’nun tersini çeker ve bizde anlarız. Çok basit oldukları için mi yoksa çok karışık oldukları için mi onları anlamak bu kadar güç.
    Dedim ya hem farklıyız hem birlikte. Ve belki de mutlu son sadece değişmekte.



     Yukarıdaki çok aşina olduğumuz o replikler bu filmden alıntıdır. Tanıdık yüzler görmek isterseniz bi izleyin derim.

       E.