24.4.12

Beyaz göründüğü kadar masum mu?

 Gölgelerin bize gösterdiği oyunumu oynuyoruz biz? Bize biçilen kostümleri mi giyiyoruz? Bi gölge oyunu mu  yaşam dediğimiz, karagözle hacivatınki gibi?
 Kukla gibi ışıkların yönetiminde mi gerçeği arıyoruz, var oluyoruz biz? Beyaz kadar karmaşık mı oluşumumuz, hayat beyaz kadar cümbüş mü bize?
  Önümüzde uzanan hayata bi tablo dersek, kaç gün sürer bunu tamamlamak? Değeri ne kadar eder? Ya da hangi renkleri kullanırız kendimiz için? siyah mı mavi mi pembe mi yoksa beyaz mı? Beyazlık gerçekten sadelik mi?
  Bence en kurnaz renktir beyaz. İçinde bi sürü rengi barındırır ama kimseye göstermez kendini. Siyah öyle mi bak! Neyse o, derin bir karanlık. Karalığını saklayıp kandırıyor mu bizi. Beyaz saklar kendini, dışardan bakan oh ne saf, ne temiz der; ama bi bilse ki içinde neler saklıyor bu bencil renk..
  Sevmem ben beyazı. Hem neye biz tam olarak beyaz diyebiliriz ki? Ben her baktığım beyazda hafif sarı hafif gri görürüm. Karamsar mıyım? yoo.. sadece beyaza inanmıyorum, o kadar!

                                                                'Girl With a Pearl Earring'

  Ondandır herhalde inciyi de pek sevmem ben, beyazdır o da. Kendine saklar güzelliğini, ışığıyla diğer renklerin gözlerini kamaştırır. Diğerlerini söndürür ki o fark edilsin. Beyazın kanında var kendini beğenmişlik, ne yaparsın!
  İncinin göz rengini ortaya çıkardığına inanıyormuş Johannes Wermeer. Bütün olay incide sanki! Sanki Griet kulağına zümrüt ya da yakut taksa aynı gözle bakmayacak dünyaya, laf!. Ama işte böylece beyazın büyüsüne kapılmış inci küpeli kız, inanmış o da beyazın masumiyetine, kandırılmış! Unutmuş güzelliğini, sanmış ki onu tek özel kılan kulağında sallanan inci küpe.. bir çift beyazlık mıydı yani tutkuya ilham veren?
  Unutmamak gerek! Her şey gerçek olamaz, onlar sadece görüntü, bi göz yanılması o kadar! Tıpkı masumiyet gibi..

E.

16.4.12

Tanrı bile batıramaz!


  Kimi, bazı şeylere uğruna ölecek kadar inanır, savunur, onların üzerine toz kondurmaz. Kibirden değildir bu, ya da fazla özgüvenden. Sadece bazı şeylere koşulsuz inanmaktır, tüm benliğiyle iyi olacağına inanmasıdır onu bu kadar savunmasına sebep. Ama olmaz bazen, alabora eder seni, tıpkı titanik gibi batıverir ansızın görünmeyen bi buz dağı yüzünden. Seni okyanusun tam ortasında bırakıverir. Sonra ise elinde bi tane umut taneciği bile olmaksızın kurtulmayı beklersin.

                                                                                       'Titanic'

  Zengin kız fakir oğlan klişesine o kadar alıştık ki, yeter artık bu hikaye tutmaz dediğimiz senaryoların babasıydı titanik. Vizyona girdiği yılla henüz küçük bi kız olduğumdan sinemada izleyememiştim onu, ama daha sonrasında o kadar çok izledim ki. .say deseler kaç diye sayamam herhalde o kadar fazla.. bi o kadar da göz yaşı döktüm herhalde. Etkisi ilk izlediğim kadar olmasa da son izlediğimde bile hala gözlerimin dolmasına engel olamamam da takdire şayan hani..

  Çoğumuzun zihnine kazınan karelerden ibarettir bu hikaye.-Jack ile Rose’un aşkı- Güvertedeki o yıllar yılı bilinen, hep taklit edilen duruş, o hızlı adımlarla yapılan dans gösterileri, gemi batarken bile inatla, inançla müziklerini bırakmayan orkestra.. daha birçoğu. İşte bundandır en iyi aşk filmi nedir diye kime sorarsan sor titanik cevabını alman, çoğu insanın en iyi ilk üçünde yer alması bundan.

  Başka bir şey isteseydim keşke..
  Bi 4-5 yıl önceydi sanırım, bi film için gittiğim sinema salonunun girişine titanik’in afişi asılmıştı. Tabi o sıralar 3D muhabbeti yok. Ah dedim.. ya keşke titanik tekrar vizyona gelse de onu dev ekranda izleyebilsem, ne iyi olurdu böyle bi atmosferde onu tekrardan ve takrardan izlemek. (tekrarlardan hoşlanırım playagain den anlaşılacağı üzere^.^) sonra bi baktım James Cameron beni duymuş olmalı ki titanikle bizi tekrardan buluşturdu. para hırsından ne yapacağını şaşırdı bu adam diyenlere birazcıkta olsa katılmamın yanında, yine de kızamıyorum işte naparsın..

dipnot*: bu benim ilk vaka’m değil; ikinci keşke’m de ‘selvi boylum al yazmalım’dı. Ve vizyona tekrardan geldiğinde koşarak gidip izledim, hem de arkadaşımla bomboş salonda ikimizdik sanki salonu kapatmış gibi.. tabi her insan nostalji sevecek değil. Bu iş bizim gibi antikalara özel sanırım:)

o zaman artık 3. keşkemi açıklıyorum.: The Godfather!! tekrardan gel ki, seni de beyaz perdede izleyeyim, hadi!  

E.

9.4.12

'Büyü' dedikleri şey bu olsa gerek!

 “-Samimi ol.. Abartma öyle.. İnsan gibi ol ya işte.. Poz kesme. Artistlik yapma. Mahlar mihler.. Yapma.. Nefes al öyle tuhaf tonlamalar, oyunlar falan yapma. ‘Çık elimden korkunç leke! Çık diyorum sana!’.. Yapma.. Normal yürü, normal dön, normal dur.. İnsan ol.. İnanayım.. Öyle bir oyna ki.. Sana ilk kez inanayım.. Olmaz mı?
-Utanacaksın bu söylediklerin için. Göreceksin”


                                                  'Gerçek Hayattan Alınmıştır'

  Gözlerin kapalı, bilmeden, derin bi merak hafif bi korkuyla girdiğin karanlık bir oda. Geçmişin belki de, ya da küçük bi hesaplaşma belki seni karanlığın içinde bekleyen; tetikte, aniden patlayan tabanca gibi gürültülü ve korkutucu. Öylesine bi hikaye değil. Hem ne kadar yalan olabilir ki; hikaye gerçek hayattan alınmışken..

  Beni bilen bilir her zaman sinema ilk tercihim olmuştur. Bundandır ki entellektüelliğin tiyatrodan, sergiden geçtiğini söyleyen insanların hafiften küçümseyen bakışlarına çoktan alıştım. Ama işte tam alışmışken beni bi tiyatro aşkıdır sardı gitti. Sinema salonlarından çok tiyatro kapılarını aşındırdım son zamanlarda. Perdeden ziyade hikayeye canlı canlı tanık olmak paha biçilemezmiş.. anladım.
  Sonra ne mi oldu? Ben güzel güzel tiyatrolarıma giderken; olayı sahnede izlemekten daha da iyisi olmaz derken.. Bi baktım ki yolum bambaşka, çok farklı bi sahneye düştü. Hani şu sıralar çok moda olan, hep merak ettiğim ama gitmeye cesaret edemediğim; alternatif sahne burası.
  Oyun senin, sen oyunun içinde gibisin. Hem ordasın hem de yoksun gibi. Mekan Kumbaracı50; hikayede tam da orda geçiyor zaten. Kapılar kilitleniyor, ışıklar bi yanıyor bi sönüyor. Mum ışığında kadehler kaldırılıyor. Sanki sen yokmuşsun gibi, sanki görünmez olmuşsunda iki kişinin hikayesine gizliden girmişsin gibi.
Bi anne, bi oğul. Geçmişin getirdiği ağır yükün hesaplaşması. Gerilen ruhuna inat seni hala gülümsetebilen hikaye. Gülümseyen dudaklarına inat içini burkan dialoglar, müzikler.
  Yiğit Sertdemir’in kaleminden, Kumbaracı yokuşundan çıkıp gelen bi hikaye. Unutmayın! Bu hikaye: Gerçek Hayattan Alınmıştır.

dipnot*: Tomris İncer ile Yiğit Sertdemir’in olağanüstü hallerini görmek için; bi hikayeye köşesinden de olsa ait olmak için; bir kez daha tiyatroya aşık olmak için; hatta büyülenmek için.. gidin görün! Hiç pişman olmayacaksınız^.^ 
E.